Cenevre Sözleşmeleri sivilleri modern savaşlardan koruyor mu?

Neredeyse her gün birileri Cenevre Sözleşmeleri’ni ihlal etmekle suçlanıyor ancak bu ihlaller için kimsenin hesap verdiğini görmüyoruz. Ne dava açılıyor, ne de birileri tutuklanıyor.

Devletler hastaneleri bombalayıp sivilleri öldürebiliyor, sivillere tecavüz ya da işkence edebiliyor, hem de hiçbir yaptırım uygulanmadan.

Peki bu gibi sözleşmeleri yeniden değerlendirmenin vakti gelmedi mi? BBC Rusça Servisi’nden Olga Prosvirova yazdı.

Modern uluslararası insan hakları hukukunun temelleri üç temel belgenin öne çıktığı 19’uncu yüzyıla dayanıyor.

Bu sonuncu anlaşma uluslararası topluma ilk kez, “Etkinliği kesin olan ve cephede ciddi bir avantaj sağlayan belli silahların insani nedenlerle bırakılmasına değer mi?” sorusunu yöneltti.

Süregelen savaşlar sonrasında Lahey Sözleşmeleri ortaya çıktı ve ilk kez savaşanlar ve savaşmayanlar arasındaki farklılık – asker sivil ayrımı- vurgulandı.

2020 yılında Tel Aviv Üniversitesi’nden Doreen Lusting ile Cambridge Üniversitesi’nden Eyal Benvenisti, savaşın kanunları ve kurallarını belirleyen ilk sözleşmeleri inceledi.

İki akademisyen, ülkelerin insanlık ilkelerinden bahsederken aslında insansever ya da insancıl gerekçelerden yola çıkmadığını savunuyorlar. Avrupa ülkelerinin asıl amacının sivilleri korumaktan çok, ordularını korumak olduğunu belirtiyorlar.

Uluslararası hukuk alanında çalışan Kopenhag Üniversitesi’nden Gleb Bogush, “Uluslararası hukuku devletler yarattı ve devletler her zaman ordularının ihtiyaçlarını gözettiler. İnsani kaygılar daha çok yaralılar ve hasta kategorisindekiler içindi. 19’uncu yüzyılda siviller de savaşa pek dahil olmuyordu, savaş ordular arasındaydı” diye açıklıyor.

II. Dünya Savaşı sonrası dönem

Savaş sonrası 20’inci yüzyılın ilk yarısında ülkeler var olan sözleşmeleri hayata geçirmeye çalıştılar.

Ancak İkinci Dünya Savaşı başladığında 1940 yılında İsviçre’de düzenlenmesi planlanan bir konferans iptal oldu.

Savaş birçok ülkeyi çatışmalar devam ederken uluslararası kurallar belirlemeye yöneltti.

Nazi Almanyası’nın yenilgiye uğratılması ile devletler daha tam ve net kurallar oluşturmak istediler.

Böylece Cenevre Sözleşmeleri doğdu. Metinde şu başlıklara yer veriliyordu:

Aslında özünde modern bir sistem doğmuş oldu. Bugün Cenevre Sözleşmeleri uluslararası insan hakları hukukunun temeli olarak niteleniyor.

Sözleşmenin 1950’de imzaya açılması sonrası on yıllar boyunca pek çok devlet imzacı oldu. Şu an imzacı olan ülke sayısı 194.

Ancak bazı devletler sözleşmelerin bir kısmını, bazıları tamamını onaylıyor.

Çatışmalar nasıl bir değişim geçirdi?

İlk insani hukuk metinlerinin ortaya çıktığı 19’uncu yüzyıldan farklı olarak, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çatışmalar farklı bir hâl aldı.

Artık eskisi kadar çatışma yok. Aynı zamanda savaş ilan etme kavramı da giderek kayboluyor.

Çoğu savaş, uluslararası statüde değil.

Üstelik uluslararası sayılabilecek savaşlar da değişti, örneğin düşman devlet kavramı ortadan kayboldu.

Son 20 yılın en kanlı savaşını, IŞİD yani Irak Şam İslam Devleti ile savaşı ele alalım. IŞİD kendini devlet olarak nitelese de uluslararası hukuk bunu tanımıyor. Dolayısıyla uluslararası sözleşmeler bu koşullara tam uygunluk göstermiyor.

11 Eylül saldırıları sonrası ilan edilen ve 20 yıl süren “Teröre Karşı Savaş” sonucu yüz binlerce kişi öldü. Yasal anlamıyla bu küresel çatışma bir savaş değildi ve buradaki “savaş” kavramı daha çok siyasi bir metafordu (yoksullukla savaş ya da pandemiyle savaş gibi).

Bu süreç bazı soruların ortaya atılmasına zemin oluşturdu:

Cenevre Sözleşmeleri modern dünyanın gerçekleri ile uyumlu mu? IŞİD ya da El Kaide gibi örgütlerle mücadele eden ordular, bu örgütlerin yazılı sözleşmeleri umursamadığı düşünülürse, ne yapacaklar?

Öte yandan, uluslararası hukukta “terörizm” kavramının herkes tarafından kabul edilen ortak bir tanımı olmadığı görülüyor.

“Kuruluşları terörist ilan etmek ve liderlerine ya da üyelerine yaptırım uygulamak yaygın ancak tanımın kendisine dair ortak anlayış geliştirilemedi” diyen Bogush, devletlerin bu kavramı siyasi nedenlerle ve siyasi rakiplerini zor duruma düşürmek için “istismar ettiği” görüşünde:

“’Teröre Karşı Savaş’ kavramı en temel kuralları unutmamıza neden oldu. Suçluları ‘terörist’ diye niteleyip insanlıktan çıkardığımızda hukukun üstünlüğü etkisizleşir ve bu bir tehlike yaratır. Şiddet sarmalı sonsuz olur.”

Cenevre Üniversitesi’nde hukuk profesörü Marco Sassoli’ye göre bu gibi tartışmalar 1949’da değil de bugün gündemde olsaydı, ülkeler asla Cenevre Sözleşmeleri’ni onaylamazlardı. Sassoli, bu sözleşmeleri modernize etme çabalarının ters etki yarattığını savunuyor.

Uluslararası sivil haklar kuruluşlarının oluşturduğu bir ağ olan INCLO’dan Kirill Koroteev’e göre asıl sorun devletlerin hiçbir konuda pratikte anlaşamaması.

Koroteev, “Sadece Rusya ve Hamas değil, İsrail, ABD ve Ukrayna da ihlallerle suçlanıyor. Bu her suçlamanın doğru olduğunu göstermiyor ama sonuçta bu suçlamalar ortada” diyor.

Moskova merkezli Memorial İnsan Hakları Merkezi’nde hukuk birimini yöneten Natalya SekreterevaYa göre, “Rusya’nın eylemleri, (ABD tarafından) Guantanamo’daki mahkumların alıkonması, rehin almalar – bunların hepsi birer suç. Kanun bunu söylüyor ve kurbanlar da, suçlular da, gözlemciler de bunu gayet iyi biliyor”.

Uzmanlar, uluslararası hukuk ihlallerinin, cezalandırılsın ya da cezalandırılmasın, birer ihlal olduğunu vurguluyor.

Gerçek şu ki, çoğu zaman ihlaller cezasız kalıyor.

Michigan Üniversitesi’nden hukuk profesörü Stephen Ratner’a göre, konu uluslararası savaşlar ve iç savaşlara gelince, uluslararası sözleşmeler her şeye rağmen önemini koruyor.

Hukukun uygulanması

Burada zayıf halka, uluslararası hukukun hayata geçirilmesinde yaşanan sorunlar.

Cenevre Sözleşmesi’nin ihlaline yönelik yaptırımlar imzacı devletlerin hukuk sistemlerinde yer alıyor. Dolayısıyla bu tarz davaların ya da suçlamaların o ülkenin askeri mahkemeleri ya da sivil mahkemelerince ele alınması beklenir. Teoride devletlerin uluslararası hukuku ciddi şekilde ihlal edenler hakkında dava açma yükümlülüğü var.

Ülkeler arası anlaşmazlıkları çözmek için Lahey’de 1946’de Uluslararası Adalet Divanı kuruldu.

Kağıt üstünde her şey iyi. Mahkemenin verdiği kararların bağlayıcılığı var ve herhangi bir temyiz mekanizması yok.

Ancak sorun şu ki bu mahkemenin devletlere kararlarına uymaları yönünde baskı yapan herhangi bir mekanizması bulunmuyor. Örneğin Ukrayna Rusya’nın işgalinin ikinci gününde mahkemeye gittiğinde Lahey Rusya’ya düşmanlıkları sona erdirmesini söyledi ancak savaş buna rağmen iki yıldan fazladır sürüyor.

Savaş suçlarını ise Uluslararası Ceza Mahkemesi soruşturuyor. Ancak suçlu Lahey’de mahkeme önüne çıkmadığı sürece ceza almaktan kaçabiliyor çünkü gıyabında ceza verilemiyor.

Bu mahkeme kurulduğundan bu yana, Sudan’ın eski lideri Ömer El Beşir’in de aralarında olduğu 40 kişiye suçlamalar yöneltildi. Beşir hakkında tutuklama kararı, Sudan’da soykırım suçlamalarından 10 yıl sonra, ancak 2020’de darbeyle devrildikten sonra çıkarıldı.

20’den fazla ülke, Rusya’nın Ukrayna ile savaşı sürerken kendi yasal araçlarını kullanarak olası savaş suçlarını soruşturuyor.

Siviller ve sivil binalara yönelik saldırıları Mart 2022’den beri soruşturan Almanya’nın yanında, İspanya, Fransa ve Litvanya gibi savaşa doğrudan dahil olmayan başka ülkeler de benzer soruşturmalar yürütüyor.

Sekretareva, “Putin ya da Netanyahu’ya gidip parmağını sallayarak onları uluslararası hukuk ihlallerini sonlandırmaya zorlayacak bir ‘uluslararası polis’ yok” diye açıklıyor. “Uluslararası Adalet Divanı bazı geçici önlemler almalarını talep etse de hem Rusya hem İsrail bunları duymazdan geliyor” diye de ekliyor.

Ukrayna’daki savaş bir soruyu daha ortaya attı:

Uluslararası hukuku ihlal eden ülkeler BM Güvenlik Konseyi’nde buluşmaya devam ederse, bu kurum nasıl çalışacak?

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan uzun süredir veto hakkının yalnızca BM Güvenlik Konseyi’ndeki 5 daimi üyede olmasını eleştirerek, “Dünya 5’ten büyüktür” ifadesini kullandı ve diğer üye devletlerin de bu gibi haklara sahip olması gerektiğini savundu. Pek çok kişi artık ona katılıyor.

Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın bakış açısına göre ise, daimi üyelerin Güvenlik Konseyi’nden atılamayacağı düşünülürse bu gerçekçi değil.

Teoride bir ülke BM’den tamamen çıkarılabilir ancak bu sadece Güvenlik Konseyi’nin önerisi ile olur. Yine burada da daimi üyelerin veto hakkı meselesi devreye giriyor.

Peki bu durumda nasıl doğru çalışan bir mekanizma yaratabiliriz?

Bogush, bunun “devletlerin iyi niyetini temel alan bir mekanizma” olması gerektiğini belirtiyor ve ekliyor:

“Yalnızca kötü haller cezalandırılmamalı, iyi haller de ödüllendirilmeli. Devletlerin belli bir olumlu gündemi de olmalı.

“Eğer devletlerin iyi niyetini de görürsek, ihlalleri olduğu durumda, bunlar düzeltilmesi gereken noksanlıklar olarak algılanacaktır. Eğer kötü niyet söz konusuysa, bir devlet ahlaka aykırı davranıyorsa, elbette burada daha büyük sorunlar doğacaktır. Ancak bir kuralı ihlal etmek yeni bir kural yaratmaz; yalnız hem o kuralın sorunlu olduğu kısımları hem de o kurala uyması gerekenlerin hatalarını gösterir.”